31 Mart 2012 Cumartesi

Gitmeden...

Tekrar merhaba Dostoyevski, Kafka merhaba.
Sartre, Puşkin, kundera, turganyev merhaba.
Sana da merhaba Tolstoy, oğuz Atay, Victor Hugo…
Aytmatov, üzülme sana da merhaba.
Hatta Cervantes sana da merhaba, biliyorum bir kez daha okumalı don kişotu.
Ve diğerleri sizlere de tekrar merhaba. Son bir kez daha okumalı ve gitmeli,artık gitmeli...

29 Mart 2012 Perşembe

başlıksız


            Nereden ve nasıl geldiği belirsiz bir güç..Şunu yapmalı,bunu da yapmalı diye bir telaş bir heyecan.Artık değiştiremeyeceğime inandığım için kabullendiğim,kabullendiğimi sandığım şeyler.Neden olmamıştı acaba,neden becerememiştim zamanında bunları? Sorgulamak bir işe yaramayacak ya değiştirmeye çalışmak?  Gene başarısız olursam ki başarısızlık göbek adımdır benim,biraz daha üzülürüm ama en azından bir daha böyle bir iddiaya girmem kendimle. İçime nedensizce giren bu çoşkuyu bu çocuksu inancı tümüyle öldürmek için,bir kez daha hayal kırıklığına uğramam gerekiyorsa evet yapacağım bunu. Ha! Başarırsam şayet… gerçekten ne olacak başarınca? Offf! Nereden çıkageldi bu heves ?

              Bir ay kadar evveldi sanırım, güneş ufak ufak kendini göstermeye başlamış,ışığı alnıma yüzüme vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu ama henüz ısıtmıyordu ellerimi. Semtimizin işlek caddesindeki çay ocağında sigaramı tüttürüyorken yanıma kır sakallı bir amca oturmuş ve selamün aleyküm genç dedikten sonra birden şunları söylemişti : “Hayatı fazla sorgulamaya gelmez. Olmayınca olmaz evlat,fazla kurcalamamak,dert etmemek lazım. (alnını göstererek) şurada ne yazıyorsa o olur. İstediğin kadar uğraş didin, yazılı değilse olmaz.” İlk kez gördüğüm bu adam bende yüzümde ne görmüştü de böyle bir tirat atma gereği duymuştu acaba. Gerçekten o gelmeden önce ne düşünüyordum? katılmamakla beraber iyi hissettirmişti dedikleri. Tüm başarısızlıklarıma hemencecik bir kılıf bulmuştum işte.Demek tanrı istemeyince, kaderin değilse olmuyormuş. Tanrı belki vardı ama kader… kader denilen şeye inanamıyorum bir türlü. Gene de haklı olmasını istedim,bende bir sorun yok,kaderim böyleymiş demek ne büyük bir hafiflikti,başımı döndürmüştü.

              Bunları neden yazdığıma gelince; önümüzdeki Pazar günü tam 15 yıldır ertelediğim,kabullendiğimi sandığım bir şeyi değiştirmeye çalışacağım. Bunun için pek mücadele ettiğim söylenemez, lanet olası özgüvenim veyahut tembelliğim mani oldu buna.En azından niyet ettim,bu da bir şey benim için. Sonra yapmam gereken bir iki şey daha var acilen,onlar içinde hazırlığım aynı düzeyde.  Olmadı amcanın sözlerine sarılırım sıkı sıkıya :) 

22 Mart 2012 Perşembe

aynaya bak ne görüyorsun ?

Saat sabahın dört buçuğu,kendime yine küfürler döşendiğim,ağlanıp sızlandığım bir yazı yazmıştım.
Sonra hâlâ izleyemediğim bu güzel film geldi aklıma.Benim pek işime yaradığı söylenemez.Birde siz izleyin bakalım.En azından umutsuzluk dolu,can sıkıcı yazdığım şu lanet yazıdan daha faydalı olacağı şüphesiz :)


ANGEL-A

 

18 Mart 2012 Pazar

İnci Aral - şarkını söylediğin zaman


Sınav parçası olarak Albinoni’nin Adagio’sunu seçmişti.
“Sana daha uygun parçalar var,”dedim.
“Olabilir. Ama bu parçayı çok sevdiğimi biliyorsun…”
“Bilmiyordum”
“Neden bilmiyorsun?”hırçındı, dimdik yüzüme bakıyordu.
 Şaşırdım.
“Hiçbir şey bilmiyorsun sen Cihan, hiçbir şey!”
“Neden söz ediyorsun?”
“Bilmediğin şeylerden!”
“Ne yapalım! Seni anlamak kolay değil…”
“Ama ben senin içini okuyabiliyorum. Dümdüz birisin. Çoğu zaman sıkıcı oluyorsun bu yüzden. Evet, çok sıkıcı.”
öfkelendim.
“öyleyse neden benle arkadaşlık yapıyorsun?”
“bilmiyorum. İyi kalplisin, sadıksın, yakışıklısın. Arada bir ilginç göründüğünde oluyor tabii. Aslında ben senin dışında herkesten sıkılıyorum. Her şeyden diyecektim. Kalbimde bir ağırlık var. Toparlanamıyorum bir türlü. Yardım et bana.”

"....Uzun saatler birlikte çalışıyorduk. Ölüm ezgileriyle dolu Adagio’yu çalarken düşsel bir dünyaya giriyor, farkında olmadan kalıbından çıkıyordu. Arada küçük bir yorum yaparak daha çok susarak, tetikte izliyordum onu. Ses dizgesini yakalamaya çalışırken hafiften aksıyor olsa da mutluydu. Değişimini izleyen tek kişi olmanın mutluluğunu yaşıyordum o anlarda. Gergin bir arzuyla doluyor, koşup onu kucaklamamak için zor tutuyordum kendimi."



              Belki bir başkasının hemen fark edebileceği tuhaf rastlantının ipuçlarını ancak 121.sayfasında fark edebilmiştim. Cihan’ın yaşadığı aşk acısı, âşık olduğu kadının ruh hali… Bir yıl önce(belki daha fazladır)bende benzer bir öykü yaşamış ve onun gibi haftalarca aylarca sorgulamıştım yaşananları. Öyküyü gereğinden fazla içselleştirmiş olduğumdan ıskalamış olmalıydım bazı detayları. Cihan o günlere ait tuttuğu notları okudukça, beni anlayacak birini bulmanın sevincini yaşıyordum. Artık bir roman kahramanı değildi benim için, canlı kanlı bir dosttu. İşte yeni bir aşka yelken açmak üzereydi, bunu nasıl yapabileceğini(yapabilecek miydi?) sayesinde öğrenecektim. Büyük bir merakla çeviriyordum sayfaları. Deniz anlaşılmaz bir kızdı, onu ölesiye seviyor ama bir türlü kabuğundan içeri giremiyordu. Bazen öfkeleniyor, bazen acıyordu ona. Bende onla beraber X’i anımsıyor, işte tıpkı Deniz gibiydi o da diyor, öfkeleniyordum. Tam bir cephe oluşturmuştum. Bu bile yeterdi bana ama işte bir yerden sonra yazar Deniz’in gözünden de yaşananları anlatmaya başlayınca nasıl bir merak almıştı içimi. Çünkü benim böyle bir şansım asla olmamıştı, nasıl olacaktı ki? Beni gerçekten sevmiş miydi, nedir olmayan, anlayamadığım neydi?  Deniz ona öyle benziyordu ki eminim bütün sorularımın cevabını alacaktım.
            Benim bu kitabı objektif olarak eleştirebilmem imkânsız tüm bu nedenlerle. Okuduktan sonra internette şöyle bir yorumlara bakayım dedim. Pek olumlu şeyler duymadım, tekniğin basit, yazarın aynı zamanda bir dönemin siyasi çalkantılarını anlatırken taraf olduğunu yazanlar vardı. E,ne olacaktı ya, ya da size mi soracaktı? Neyse ben pek beğendim doğrusu. İnci Aral çok kurnazca davranmış. Hem Deniz’in hem de Cihan’ın günlüklerini okutuyor bize, bir bakıma en mahremlerini. Hangimiz bu meraka yenik düşmeyiz ki. Kitabı henüz bitirdim. Benimde ona yazdığım mektuplar hâlâ bir köşede saklı duruyor, ancak açıp okumaya cesaretim yok doğrusu, silmeye de. Cihan gibi yeni bir aşka düşersem günün birinde, belki o zaman ;)

"Zaman,içinde yaşadığımız bir akarsudur,bizi alıp ya ileriye götürür ya da boğup öldürür."(s.1)

"Zaman,olaylar,adlar,tarihler ve ayrımlarla,varlığını durmadan hatırlatarak karşı konulmaz ama basit bir biçimde akıyordu.İnsanın kendini bu akışa karşı savunmasının bir yolu yoktu."(s.1)

"Ah,bedenin şu zihinsel saplantıları,başka bir bedene olan tükenmez ihtiyacı."(s.14)

“Kendini,çözülecek bir yumak gibi göstermek istiyorsun.”(24)

“Özel eşyası ve piyanosu dışında ne varsa sallayacaktı. Onlarla beraber karanlık anılarda zamanın çöplüğünü boylayacaktı,elbetteki en çok buna seviniyordu.Ölümlere,acılara,kayıplara,geçmek bilmez günlere,gecelere tanık olmuş sandalyeler,sehpalar,masalar,tencereler,yılların tozunu yutmuş yatak yorgan…Nesnelerinde ruhu vardı ama ağızları,dilleri yoktu.Yakınamıyorlardı.Sakin ve sessizdiler.”(s.26)

“Güzelsin zaten,evet güzelsin!Ne oluyor sana böyle? Ansızın tuhaf bir aşka düşmüş birinin ilkel düşünce akışı içindeyim.Yapma,topla kafanı,kendine gel,pişman olabilirsin…”(s,28)

“Ara sıra hayallere kapılıyor,kendine yeni yönler,paraleller,üçgenler,dörtgenler hatta çokgenler çiziyor ve hayatını yeni bir güzergaha çevirmek istiyordu.”(s,29)

“Camın önünde kalakaldı. Kocaman bir göz gibi çocukluk ve yeni yetmelik yıllarının yoksunluklarına tanık olmuştu bu pencere.”(s.30)

“Öyle bir an ki hayata doyulmazdı.”(s.31)

“ Gelecek. O yaklaşmaya başladıkça öteye kaçan bir şey.”(s.34)

“Dünyayı parayla değil de kafamızla değiştirebileceğimize inanıyorduk da ondan. Ne kadar yanılmışız.”(s.35)

“Gerçekte zaman soyut değil,gözle görülür,biçimi olan bir şeydi.Yine de üst üste gelmiş resimlere bakarken olduğu gibi zamana da bir kuyunun derinliğine bakar gibi bakabiliyordu insan.yukarıdan aşağıya,aydınlıktan karanlığa.”(s.36)

“ Dönüp geriye baksa gençliğinin kendisini izlediğini görecekti sanki.”(s.37)

“Cesur ve kırılgan biri için yalnızlık kendine sadakatin bir başka biçimi ve biraz hüzünlü de olsa daha dayanıklı bir şeydi.”(s.49)

“Ara sıra başını kaldırıp yıldızlara bakarak kendini evrenin bilinmezliği içinde sabit bir noktada yerleşik ama bağımsız hissetmek ne kadar güzeldi…”(s.59)

“Peki ama bu onuru hak edecek ne yapmıştı ki?Hiç.Evet ama aşk,hak etmeden sevilmekti zaten.Hak edilmemiş bir armağandı.”(s.65)

“Gerçekte bütün aşklar bir öncekinin devamıydı. Zikzaklı da olsa bir çizgi üzerinde yer alıyor,aynı yerlerden kırılıp kopuyor,tarazlanıp kontak yapıyordu.”(s.66)

“Yazmamın nedeni,onu unutacağım günlere bir anmalık bırakmak.”(s.73)

“Geçip giden sevgilidir.ama aşk peri masalı gibi zamanın içinde bir yerlerde durur ve hep seni bekler.Masalın iyi yada kötü bitmesi önemli değildir.Masal,masaldır.”(s.103)

“Yazmanın insana kaybedilmiş duyguları ve zamanı geri verdiğini düşündü.Yalnızca yazmak mı? İnsan eli ve zihninden,ölümlü bedeninden çıkmış ve kaydedilmiş her şeyin böyle bir yanı vardı.Nesneye aktarılan varoluş enerjisi insandan çok daha dayanıklı ve kalıcıydı.”(s.158)

“Ben hâlâ inandıklarım ve daha çok da artık inanmadıklarım için sorguya çekiliyor ve yargılanıyordum.”(s.175)

“Ah benim tatlı çocukluğum. Yüreğimin acınası güzelliği, kendimi beğenmişliğim,şaşkınlığım,avuntum…Bu gece de uyku yok bana.”(s.181)

16 Mart 2012 Cuma

Paul vs Paulo


Bir Cuma daha…
Nedense hep sevdim bugünü. Son mesai günü, ertesi günün tatil olması değildi nedeni. Cumalarım deli dolu geçti ilk gençlik yıllarımda. Beyoğlu demekti Cuma benim için, yani gece demekti. Müzik, içki demekti. Şehrin nabız atışını hissetmek, ona dâhil olmaktı. Öte yandan tuhaf bir melankoliye gark etmekti Cuma. Nedense hep bir Cuma günü öleceğimi sanırım çocukluğumdan beri, belki bunun sevinci, belki de korkusu. Nedeninden emin değilim hâlâ, seviyorum işte bugünü. Hem herkesin diğerlerinden ayrı tuttuğu bir günü yok mudur? Kimi çarşambayı sever, kimisi ise perşembeyi. Çok sık olmamakla beraber pazartesi’yi sevene de şahit oldum. Cuma, şimdilerde yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı gençliğimi anımsatıyor, eski dostlarımı getiriyor aklıma, gitarın tınısını. Önceden çook önceden Beyoğlu’nda sokak müziği yapardık. Hani bizden başkası da yoktu o vakitler, yani şimdiki gibi değildi :) neyse kapatmalı bu bahsi, anımsamak üzüyor son zamanlarda.

Paulo Coelho bir romanında insanların en çok Pazar günleri depresyona girdiğini, hatta akıl sağlığını yitirdiğini söylüyordu. Of! Neydi adı… Ah! Evet, nasıl unuttum ya: “Veronika Ölmek İstiyor”. Hemen hemen dünyanın her yerinde Pazar günü resmi tatildir. İnsanların hafta içi yaşamın günlük telaşı içerisinde kendilerini dinleyecek pek vakti olmadığını savunuyor. Pazar günleri yani kendileriyle neredeyse baş başa kaldıkları o tek günün bu gibi sonuçlar doğurabileceğini yazıyordu. Daha doğrusu Veronica’yı akıl hastanesinde tedavi eden doktorun ağzından söyletiyordu. Konu fena dağıldı sanırım :) aslına bakarsanız bir konuda yoktu ya… Giriş paragrafında tıkanıp kaldım, konuyu nereye bağlayacaktım acaba? Belki de bir yere de bağlayacağım yoktu, tipik bir Cuma günü levent’i işte. En azından bir kitabın reklamını yapmış oldum; fena mı oldu yani :)
Paulo diyince akılma hep Paul Auster gelir her nedense, onun “yanılsamalar “ isimli kitabını okuyacaktım ben ya kaç sene evvel. Hatta satın almış olmalıyım o kitabı, nasıl unuttum yahu. Bir saniye bakınayım kitaplığa… Cık! Almamışım. Paul Auster canım, tanımadınız mı? Hani başbakan’ın azarladığı pol ostır abi. Gene mi cıkk! Eh, ne diyeyim ben o zaman size. Benimde bilmediğim duymadığım bir dünya isim vardır böyle, takmayın. Bulabilirsem şu Veronica’nın videosunu paylaşayım alta, sinemaya da uyarlanmıştı. Cuma… Uyumam ben bu gece ama saçmalayıp durmaktansa yazıyı noktalamalı artık. Sevgiler…

8 Mart 2012 Perşembe

Kırmızı kareli mont

               Yıllardır aynı bakkaldan alışveriş yapıyordu. Üstelik hiç haz etmezdi o hacı hoca geçinen heriften. Kolundaki saat çocukluk yıllarından kalma dandik bir casio’ydu. O kırmızı kareli montu neredeyse kendisiyle yaşıttı. Önce büyük ağabeyi sonra diğeri giymiş ve nihayet sıra ona gelmişti. Birçok yerinden yırtılmıştı, hani biri kolundan tutup çekiştirse elinde kalacaktı adamın. Ortaokul yıllarından kalan uçlu kurşun kalemi bile hâlâ kalemliğindeydi. Hatıra olarak tutmuyor aksine en özel anlarında kullanıyordu onu, mesela bir dostuna mektup yazarken. Benim zaman zaman sana yazdığım gibi sevgili K. evet mektup bile yazmaya devam ediyordu bu yüzyılda. Kim bilecekti bu zamanda şehir içi-şehirlerarası mektubun ücretinin ne kadar olduğunu? o biliyordu. Bazen söyleniyordu kendi kendine ekmek kaç lira bilmek kolay asıl bunu sorsunlar şu malum yarışmalarda da bi göreyim derdi. Asıl önemli olan hayatına soktuğu veya hayatlarına mahcupça girdiği kişilerdi. Etrafındaki eşyalara bile sadık kalan bu adam tahmin edersiniz ki sevdiklerine karşı son derece bağlıydı. Vefa nedir bilirdi yani, bilirdi bilmesine de etrafındaki herkesin onu terk etmesine bir anlam veremezdi. Âşık olduğu kadın, dostları, sadece merhabalaşıp hal hatır sorduğu ahbapları bile uzaklaşıp kaçıyordu ondan. Şu sokağın maskotu olan sevimli köpek bile artık pek ilgilenmiyordu onunla. Arıza onda olmalıydı, hem neden sonra seviniyordu ondan uzaklaşmalarından. Tarif edemeyeceği bir hafiflik hissediyordu. Hayatını sürdürürken çok şey öğrenebilir insan ama o en önemli şeyi öğrenmiş kanıksamıştı. Yalnızlık kaçınılmazdı.
               Onun hakkında bu kadar çok şeyi nasıl mı biliyorum? Bizatihi kendisiyim çünkü onun, kendime o diyebilecek kadar yabancılaştım. Herkesten önce ben terk etmiştim onu ve sanırım diğerlerinin çekip gitmesinin sebebi buydu. O paçavra montuna bile benden daha çok değer veriyordu. Yırtılan yerlerini itinayla dikiyor, kış sona erdi mi özenle katlayıp ütüleyip kaldırıyordu. Hatta yazın ortasında açıp kontrol bile ediyordu. Ama söz konusu kendisi ise… Kendisini asla önemsemedi özetle.

4 Mart 2012 Pazar

Ölüme altıpatlarla meydan okumak

Butch and Cassidy’nin final sahnesinde gibi yaşıyorum son günlerimi.Zafer uzak, ölüm yakında..Esaret altında yaşamaktansa kaçınılmaz ölüme altıpatlarımla meydan okumaya çalışıyorum ve yönetmen o anda kesiyor sekansı.Salondan çıkarken biliyoruz ki öldüler Paul Newman ve Robert Redford ama teslim olmadılar.Özgürlükleri uğruna ölenlerin ruhu sonsuza dek yaşar diye bastırmıştık içimizdeki yangını.Sonra bir sigara daha yakıyorum,kendimi kötü ve yalnız hissediyorum öyle yalnız ki sürekli güneşin batışına doğru atını mahmuzlayan Red Kit gibi. Derken aklıma Tony Curtis ve Sidney Poiter’ın başrolünü paylaştığı “The defiant one” (kader bağlayınca) filmi geliyor.Bileklerinden birbirlerine bağlanmış iki mahkum.Öyküleri,hayalleri,yaşam felsefeleri,hatta renkleri bile farklı iki mahkum.Yalnız özgürlük mücadelesinde verdikleri savaşta öyle sıkı sıkıya kenetleniyorlar ki, onları birbirine tutsak eden, bağlayan o demir zincirlerden bile daha inatçı,daha kuvvetli.Ve filmin sonunda bir şekilde o zincirlerden artık kurtulmuşken aralarında fiziksel bir bağ kalmamasına rağmen,onları özgürlüğe götürecek olan trene yetişebilen Sidney Poiter arkadaşını tutup yukarı çekemediği için trenden atlıyor.Onları artık kader bağlamıştır ve böyle bir dosta sahip olduktan sonra şimdi değilse bile bir daha ki sefere nasıl olsa bu esaretten kurtulacaklardır.Kıskandırmıştı bu dostluk o vakitler beni ama şimdi böyle birkaç dostumun olması,kader birliği,davadaşlarım olması güç veriyor.Biliyorum tıpkı o filmdeki gibi, birimiz düşse öbürü tutup kaldıracak.Sonra bir sigara daha, radyoda tchaikovsky… James cagney aklıma geliyor,humphrey bogart’tan daha hızlı koşamadığı için bir toplum düşmanı haline dönüşen o genç çocuk.Humphrey çocukken bakkaldan çaldıkları önemsiz bir şeyden dolayı hızlı bacakları sayesinde kanundan kaçmayı başarırken,Cagney yakalanıyor ve ufacık yaşında ıslah olması için içeri tıkıldığında aksine büyük bir gangester oluyor. Adalet mekanizması düşündürüyor,üzüyor..Sonra forrest aklıma geliyor “run forrest run”….Düşük zekalı bir insanın bir ömre neler sığdırdığı neler başarabildiği şaşırtıyor.Tüm bunları becerebilmesinin sırrı içimizi kirleten hırs ve egolarından uzak olmasıydı.Amaçsızca koşuyordu belki ama sürekli bir devinim halindeydi. The sahwshank redemption’daki Tim robbins’in ufacık bir çekiçle, büyük bir sabır ve inançla nihayetinde özgürlüğüne kavuşması.Papillon’da ki Steve Mcqueen’in 90 küsur yaşına dek eline geçen her fırsatta tutsaklıktan kurtulmak için mücadele etmesi ve sonunda dalgaları sayarak uçurumdan ölümü pahasına kendini atması..Çok mu fimden bahsettim ya 1984 olimpiyatlarında İspanyol maratoncu Gabriela Anderson’un azmine ne demeli.Koşu sona ereli saatler geçmiş olmasına rağmen inatla stadyumun kapısını yumruklayan o kadına. Yarı bilinçle ve bir bacağı artık kesinlikle ona itaat etmezken zikzaklar çizerek yürümesine rağmen koşuyu tamamladı.Belki sonuncu gelmişti ama mücadelesinden savaşından vazgeçmedi.Tüm stat ayakta alkışladı ve ben dahil kimse anımsamaz o yıl kim ipi göğüsleyerek madalyaya uzanmıştı.Ya yüzyılın sanatsal suçunu işleyen philippe petit'in new york'daki ikiz kuleler arasında ip üzerinde cambazlık yapışının öyküsüne ne demeli? Özgürlükleri veya hayalleri uğruna imkansız gibi gözüken işleri kotarabilen daha nice isim sayabilirim ama sabah olmak üzre..Zinde kalkmalı yeni güne,di mi ? Yapılacak öyle iş var ki… Zor Ölüm 3’de dedektif mcclane central parkta arabayı fütürsuzca sürerken çevredeki insanları ezmemeye çalışıyor ama sanki bunu istemsizce beceremiyordu.Durumu fark eden Zeus(samuel Jackson)sorar: ‘senin bu insanlarla bir sorunun mu var dostum’ Mcclane: ‘HAYIR…belki..belki de vardır.’ Mcclane’i bilmem ama benim çoğunuzla ve kendimle bir sorunum var :)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...