31 Ağustos 2012 Cuma

Sanal zamanlar..




Birazda merak eden varsa diye yazıyorum ama evimde laptopumun başında değil bir internet kafede. Nedenine gelince yaklaşık bir ay süreyle arkadaş hatırına kafesini işletme görevi bana kaldı. Eee…uzun süre işsiz olanınız varsa bilir,bütün angarya işler için biçilmiş kaftansınızdır. Levent evladım faturamı yatır mısın, vayy levo oğlum hafta sonu taşınacağız yardım edersin di mi, levent yeğeninin iş bilgisi ödevini yapmasına yardım edersin artık gibi gibi. Hatta hiç samimi olmadığınız bir arkadaşınız birden cepten arar sizi, oğlum gel bir kafede çay içelim,yani anlayacağınız emanet arkadaşlık bile yaparsınız,mecbursunuzdur. Abi işim var derseniz, hadi lenn yatmaktan başka ne işin var diye alaylı bir kınamada bulunurlar. Oysa ki kitap okumak, bir sergiye gitmek,spor yapmak, internette sörf yapmak gibi( bu spor sayılmaz elbet)daha benzeri bir çok işim vardır oysa. Belki de İstanbul’un sessiz bir köşesinde bir ağacın gölgesinde yazı yazmak veya hayatı anlamaya çalışmak gibi..of!! size de pek inandırıcı gelmedi değil mi :) valla müsait değilim arkadaşlar.

Neyse tüm bu yazıyı şu an ki halimden yakındığım için yazmıyorum ancak biline,bu dostum kırabileceğim biri değil. Eskiden beri tanıdığım ama ilerleyen yaşlarımda samimiyetimin arttığı bir arkadaş. Yazma sebebim hem varsa merak edeni bilgilendirmek hem de burada ki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum kısaca.Kısaca diyorum çünkü çokça yorumda görüyorum “hayy çok uzun yazıları okumaktan sıkılıyorum ben” evet biliyorum biliyorum sıkılırsınız hanfendi,çünkü okuma gibi bir melekeniz alışkanlığınız yok sizin. ( nedense hep kadınlardan duyduğum için hanımefendi dedim,pek akıllıca değil zira neredeyse tüm okuyanlarım kadın :) )Bende kimi uzun yazıları okumam ama o yazarı da okumuyorumdur zaten,bu kadar basit. Mesela diyelim Yılmaz Özdil ne kadar uzun yazarsa yazsın okurum, gerçi o pek uzun yazmaz ama yazsa yani demek istedim. Üstelik bu yaz hayli kitap okudum yaw aferim bana :)

Cık! Şimdi şöyle bir baktım da word dosyasına, baya uzun bir giriş oldu gene.Haksız sayılmaz şu şikayetçiler sanki.Ulan iki satırda fikir değiştirdim sanki,Levent biraz arkasında dur yazdıklarının yahu.

Efenim ne desem ki acıyorum şu veletlere,gencecik beyinler koca gün burada vakit öldürüyor.Adeta bir kreş vazifesi görüyoruz.Çocuk bir saatlik açtırıyor,süresi bitince somurtkan bir ifadeyle dışarı çıkıyor beş dakika sonra büyük bir sevinçle ve koşa koşa geri geliyor.Ya dedesinden,ya annesinden kapmış 50 kuruş doğru kürkçü dükkanına. Kimi aileler ise sanki kendisi yolluyor,herhalde hem yeri belli diye düşünüyor,hem de evde kafasını dinliyor olmalı. Bu sanal bağımlılık feci boyutlarda sanmayın ki araştırma yapıyorlar hep oyun hep oyun. Oyunlarda öyle süper mario falan değil ha, hepsi vurdu kırdılı şeyler. Çocukların silahlar hakkındaki bilgilerine inanamazsınız. Savaş eğlenceli bir şey değil, bunu bilmeleri lazım. Şiddete meyilli  olacak bence gelecek nesiller,üçüncü dünya savaşı kaçınılmaz. Gerçi ebeveynler farklı mı, görüyorum sokakta bir çocuk daha el kadar bebe anasının eteğini çekip huysuzluk yapıyor diyelim,tam ağzının ortasına tokadı yiyor ve kadın ardından ekliyor “gebertirim seni”. Off…Yetişkinlerde geliyor elbette cafeye ama onların derdi farklı, malumunuz çoğunlukla flört. Gerçi bazı uzmanlar çocukların bu tarz oyunlar sayesinde aksine şiddetten uzaklaşacağını iddia ediyor,belki haklılar.

Ne bileyim yaa,biz sanki daha şanslı bir nesildik,yoksulduk ama yoksun değil. Ana kucağında büyüdük, oynayacağımız bir bahçe,sessiz sokaklar vardı.Zaten saysan kaç araba vardı ki mahallemizde. Annemde hiç şunları dışarı yollayım da kafa dinleyim demezdi. Derslerimizle ilgilenir başımızı okşar,oyun oynardı bizimle. Üstelik o zaman ne çamaşır makinesi vardı,ne bulaşık. Elde koca gün çamaşır yıkardı,zaten sıkça altımıza işerdik :) Başını kaşıyacak vakit bulamazdı yani ama hiç başından savmadı bize.O dönem anımsıyorum semtimizin tüm anneleri böyleydi. Şimdikilere bakıyorum da, ulan hadi çocuklar senin için bir dert ( nasıl oluyorsa) bari ev işi yap,akşam yemeğini bile kocandan bekliyorsun.Vallah kızmayın son zamanlarda gözlemlerim hep böyle.Şimdi özür diliyorum sizlerden,nedenine gelince sanırım kapak olarak kullanacağım resim çok daha aydınlatıcı olacak. Ne işe yaradı bu yazı şimdi,hımm.. ana fikir şu herhalde: çocuklarınızı sevin ilgilenin.Teknolojiden mahrum etmeyin ama bağımlısı olmasına da izin vermeyin. Kitap okumaya alıştırın,tiyatroya götürün.Bak sinema demiyorum o pahalı ama şu ikisi vallahi ucuz şeyler. Kitap okumak da öyle satın almakla olmaz siz okuyacaksınız ki o da meraklanıp okusun. UNUTMAYIN ÇOCUKLAR GELECEĞİMİZDİR.Özlemini kurduğumuz gelecek onları iyi eğitmekten geçer.Sevgiyle kalın…

16 Ağustos 2012 Perşembe

Peyami Safa- Biz İnsanlar



Yalnızca bir kere âşık oldum ben, üstelik ilerleyen yaşıma rağmen çok uzak bir mazi değil bu. İlk tecrübem olduğundan yaşadığımın aşk olup olmadığını defalarca sorguladım o süreçte ve nihayetinde karar verdim. Âşıktım, hem de ölesiye. Ölümde teğet geçmedi değil hani, bir an..bir an nerdeyse ölüyordum gerçekten. Daha fazla ayrıntıya giremeyecek kadar şimdi bu durumdan utandığımdan daha detaylı anlatmayacağım.  “Sağlam ruhlar” böyle bir sözcük geçiyor romanda, işte sevdiğim kız tam bunun aksiydi. Romandaki Vedia karakteri de öyle. Hâlâ aşka karşı ve bu tarz arıza ruhlu kadınlara meyilim devam ediyor olmalı. Beyazperdede âşık olduğum kadınlar olmuştu ilk gençlik yıllarımda ama ilk kez bir roman karakterine âşık oldum. Üstelik ne kadın, nice erkeğin hayatına mal oldu. Benim Vedia’mda böyle bir hatundu, üstelik diğer avlaklarının aksine gönül işlerinde hiç tecrübesi olmayan bir âşıktım. Unuttum ya, yaşıyorum ya… Hoş, bahsetmek unutmadığım göstergesi gibi geliyor belki size ama. Durun o zaman şöyle izah edeyim, romandaki Vedia karakteri nasıl şimdi nazarımda vücut bulduysa, benim Vedia’mda zamanla bir roman karakterine dönüştü sanki.

Peyami Safa’nın “Biz insanlar” adlı bu romanını girizgâhıma bakıp da alelade bir aşk romanı sanmayın sakın. Ya da bir aşk öyküsü içerisinde başkaca şeyler anlatılan bir eser. Aşk, romanın asıl meselesinin üzerine bezenmiş acı bir sos gibi kullanılmış öyküde. Daha önce sanırım geçen yaz bu zamanlar üstadın “Fatih-Harbiye” romanını okumuştum. İsminden de yola çıkarak anlayabileceğiniz gibi o öyküde de taşra ile kentli arasındaki fark ve Avrupalılaşmak, “medeniyetleşmek” adına kaybettiğimiz değerler anlatılıyor. Bu eserde ise bu konu biraz daha eşelenmiş, işin ucu Emperyalizm’in doğu ülkelerini nasıl kuşattığına, kültür yozlaşmasına dek varmış. Roman biteli birkaç dakika oldu, Vedia vücut bulmuş yanı başımda duruyor. O ince beli, dolgun dudakları, ürkek bakışları. Ah Vedia aahh… Yaktığı yürekler… Aptallıkları uğruna kendi yüreğini parçalaması, saadetine mani oluşu… Hep Vedia’lar mı var bu dünyada? Ah siz kadınlar… Ya da gerçekten safiyane seven biz birkaç azınlık erkek güruhu hep Vedia’lara mı rast geliyoruz? Devam edemeyeceğim… Artık yarına kaldı. (15 Ağustos 2012 )

Arka kapak: Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekâsının ışığını tutmaktadır. Romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüklere ve bayağılılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harp yıllarında ahlakı ve ictimaii hayatı perişan eden havası içinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.

Kitaptan bir pasaj:

Birdenbire Orhan’ın gözleri bahçeye bakan ikinci sınıf penceresinin önüne kadar uzandı. Cemil orada yüzüne taş yemişti. Etrafını alan ve haykırışan çocuklar bu çocuklardı. Tahsin’de bu Tahsin’di. Attığı taş, nasıl, durgun bir suyun üstüne düşmüş gibi o günden bugüne gelen tesir halkaları yapmıştı: Orhan’ın Halim bey ailesini ve Vedia’yı tanıması, mektepten istifa ederek ayrılması, karlı bir sabah geçirdiği ölüm tehlikesi, Necati’yle dostluğunun tekâmülü, hatta Süleyman’la tanışması, fikirlerinin geçirdiği yeni merhaleler, hatta mektepte rakipsiz kalan Celal’in küstahlığı ileri vardırarak nihayet kovulması ve bundan sonra cereyan edecek hadiseler o taş yüzündendi. Gözleri daldı. Etrafında çocuklar biraz daha haykırıştıktan sonra ona hayretle bakarak susmuşlardı. Birer ikişer dağıldılar. Orhan kaşlarını çatıyordu. Tahsin’e bu taşı attıran sebeplerle neticesi belli olan hadiseler arasındaki illiyet münasebetlerini düşündü. Anlıyordu ki, taş müstakil bir amil değil, bir ucu Halim beyin karısıyla Mustafa arasındaki ihtilafa, onun bir ucu de milliyet ve medeniyet fikirleri arasındaki ihtilafa, diğer bir ucu da halkla müreffeh sınıf arasındaki ihtilafa kadar giden zaruretler serisi içinde kalan hadiselerin vuku bulması için bir bahaneden ibaretti. Süleyman’ın verdiği kitapta tarihi vakaların determinist kanununa bu da iyi bir misaldi. Fakat bütün mesele sebeplerin üstünde… Necati’nin sözlerini hatırladı: “ilk sebep, ilk tesir…”

Bu ilk sebep nereye kadar uzanıyor?

İlk sebep? Allah’a inanlar için Allah’a kadar gider; işkembesinden başka bir şeye inanmayanlar için işkembede kalır. (sayfa:251.252)

Olay mütareke yıllarında geçiyor. Orhan dürüst, ahlaklı ve materyalist(!) görüşe sahip Anadolu’nun bağrından kopup İstanbul’a yerleşmiş bir muallim. Okulda yaşanan “şayanı teessüf bir hadise”  yani bir öğrencinin diğerini söylediği bir söz yüzünden ( eşek Türk) taşla suratını kanatması kelebek etkisi yaratarak Orhan’ı ızdıraplı ve meşakkatli bir yola sokuyor. Atılan taş, taşa muhatap kalan çocuğun söylediği o söz milli bir davaya dönüşüyor. Çocuğun ailesinin düşman esareti altındayken aşikâr olan ecnebi hayranlığı, zaten sinirleri bilenmiş çevre halkının öfkesinin tavan yapmasına kâfi geliyor. Ardından Orhan’ın Vedia’yı tanıması (ahhh Vedia), alevlenen aşk… Bu sebeple Orhan’ın Halim Bey yalısını sık sık ziyaret edişi ve orada “beyaz Türk’lerle” girdiği fikir çatışmaları. Necati’nin dostluğu, sıkı bir komünist olan Süleyman’la tanışması. Vedia’ya duyduğu aşk, kadının halet-i ruhiyesi, materyalist dünya bakışını sorgulamasına sebep olurken, Süleyman ise milliyetçi yanını muhakeme etmesine yol açacaktır.

Bu yazıyı yazmadan evvel az araştırma yaptım. Safa’nın romanları kendi hayatıyla, yaşantısıyla benzerlik taşımaktadır, yani biraz otobiyografik sayılabilir yazdıkları. Kimileri Süleyman karakterinin birebir Nazım Hikmet’e gönderme olduğunu söylüyor. Ama bu karakterin romanda sırıttığına ve olmasa da olurmuş fikirlerine katılmıyorum. Romanda az yerde bulsa da Orhan’ın siyasi ve felsefi yönünü, tavrını iyice anlamamız için olması gerekliydi bence, hatta zaruriydi. Orhan ne ecnebi hayranı bir adamdı.- giyimi kuşamı, oturuşu kalkışıyla bir Anadolu insanı gibiydi- ne de çağın gerisinde kalmış, hurafe dini inanışlara tutulmuş, batıya kapalı bir bağnazdı. Batının ilmini sanatını hatim etmiş ama doğunun ahlakı ve felsefiyle yoğrulmuştu. Yaşadığı toplum, dönemde ise bu sentezi yakalayabilmiş yegâne insandı neredeyse. Birazda günümüz gibi değil mi? Neyse anlatmakta pek başarılı olamayacağım sanırım, belki de hemen anlatmaya kalkışımdaki acelecilik buna sebep oluyor. Özetle ısrarla okumanızı tavsiye ediyorum.

Kitabı geçen bahsini ettiğim tatile çıkmadan hemen evvel aldım. İstanbul’da ramazan vesilesiyle hemen her ilçede çadırlar kurulu, diğer şehirler nasıldır bilmem. Ve hemen her birinde bir kitapçıda mevcut, her sene böyle. Yalnız kitaplar başım derde girmesin diye yazmayım, malum yayınevlerinin baskılarıyla dolu. Çevirileri berbat, hatta sanki kitapların özeti her biri. Baktım bunca çöp yığını içerisinde bu ikinci el kitap duruyor. Ötüken yayınlarından. Kitabı açar açmaz ne göreyim, bir lise kütüphanesinin mührü var içerisinde: filanca lisesi kütüphanesi 50/1 813 kod no’lu. Haylazın biri okul kütüphanesinden aşırmış ve geri vermemiş demek ki. Abi çalıntı bu kitap diye gösterince kısa bir şaşkınlıktan sonra- bana rol yapıyor gibi geldi- vay anasını nasıl almışız biz bunu, abi para mara istemez dedi. Zaten beş lira idi ısrar edip parayı verince: abi o zaman bir kitap daha al, senin siyasi görüş neydi dedi? !! yav boş ver siyasi görüşü şu Eylül’ü ver o zaman dedim. Eylül, Mehmet Rauf’un yazdığı bu kitap benim ortaokul dönem ödevimdi. Tekrar okumakta fayda var diye düşündüm. Bende okul kütüphanesinden almış ama kütüphane kolu başkanı olduğumdan yerine koymuştum usulca, salak ben :) Sanırım bu kitap okul kütüphanesine gelmeden evvelde bayağı bir yolculuk yapmış.12. basım ve 1998 tarihli.
Kitabı açınca kapağın arkasında hemen şu yazı vardı, kurşun kalemle yazılmış. Sanırım 2B :
“28-29 oku.”  Hemen açıp baktım:
“Yakalarım seni” (sayfa28) “teneffüste görürsün yavşak” (sayfa 29)
31 de pilot kalemle başka bir yazı: “harunla dalcaz görürsün pezemeng…”
:))
Sayfa 35’te kitabı okuyan lise öğrencisi şu satırın altını çizmiş romanda:
“Bir kabahat gizlenirse büyür, söylenirse küçülür.” Hım! Acaba nasıl bir kabahat işlemiş olacak ki bu yavrucak? Kitapta başka bir karalama yok yalnız sayfa 113’e şöyle yazmış: “Enes Elif 2009”
Basım yılı 98 aşkını iliştiriş yılı 2009 demek 11 yıl durmuş okulun rafında, ama biri bağışlamış olabilir birkaç yıl evvel.Kitapta güzel bir kokuda hâkim,belki hoş bir kadın..! Kim bilir… :)

Kitapta bilmediğim ve artık neredeyse anlamını unuttuğum, miadını doldurmuş yüzlerce kelime var ama bu gözünüzü korkutmasın cümle içerisinde anlamını rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Gene de isterseniz yanı başınızda bir sözlük bulunsun. Benle de Enez’e geldi bu kitap, deniz kumsal şezlong gördü. Belki okulu bulabilirsem, yakınlardaysa iade ederim. Belki kitaplığımda durur birkaç yıl, belki birine hediye ederim. Kitabı okuyan çocukcağız ince ruhlu bir çocukmuş bence, baksanıza kitap falan okuyor, Elif’i seviyor.(muhtemelen Elif’in haberi yok) dersleri de iyidir keratanın, yakışıklıda olsa gerek. İşte dayak yemeniz için bir dünya mazeret. Sırf futbol değil de basketbol oynadığım için, 15-16 yaşlarımda iken mahallemizdeki basket sahasında neredeyse dayak yiyeceğim geldi aklıma :) Bir de kitap okuduğumu bilselerdi, Allah korusun :)

-          Zihin bomboş kalabilir değil mi? bilmiyorum. (s.12-13)

-          Kaç defa, arkadaşlarıyla münakaşalarında,başkalarına merhametimizin kendimizi daha merhamete layık hale getirmekten,yani bu hissimizin mevzuunu değiştirmekten ve onların eziyetlerine nefsimizin vekâletini peşkeş çekmekten başka manası olmadığını iddia edip durmuştu.(s.63)….ya şimdi ?

-          Uzaklarda bir vapur düdüğü ve motor gürültüsü. Rüzgâr yok. Ümitleri ve korkuları aynı derecede teşvik eden sakin ve karanlık bir hava.(s.93)

-          Bunlar birbirlerine muhtaçtılar ve belki de aşk zannettiğimiz şey bu ihtiyacın kabalığını gizleyen bir ifade nezaketinden başka bir şey değildir. (s.183)

-          Hanımefendi! Türk kadınına taalluk eden bahiste haklısınız! Fakat zannediyorum ki, bu bahsi, tamamıyla ayrı bir siyasal meseleyle karıştırıyorsunuz Avrupalılar buraya medeniyet getirmeye gelmediler, hanımefendi! Bilakis, bizim ilerlememize mani olmak, bizi esir etmek için geldiler. Bakınız işte, polisimiz onların idaresinde iken kadınlarımıza daha çok istibdat yapılıyor. Burada softalarla el ele verecekler. Avrupa’nın müstemleke idareleri, her girdikleri memlekette ileri fikirli adamları iş başından uzaklaştırır ve yerine cahilleri, gerileri koyarlar. Maksat terakkiye mani olmaktır. Emin olunuz,  burada bir Fransız veya İngiliz idaresine yerleşsin, en mutaassıp şeyhülislamlardan daha ziyade sizin kapanmanıza çalışacaktır. Ancak burada kurunuvusta zihniyetini hâkim kılmak şartıyla bize hâkim olacaklarını bilirler. Bakın, memleketin bütün hür fikirli adamlarını Malta’ya sürdüler.(s.221-222)

-          Evet, canı sıkılanlar sevmeyenlerdir. Çalışmak! Evet, ruhumuzda çalışır; aşk… Ruhumuzun meşgalesidir. (s.226)

-          Asıl merakım bilmekten ziyade anlamaktı.( s.235)

-          Bütün büyük kadın meseleleri, bizi içine almak için, mukavemetimizin en az olduğu günü beklerler. O anlarda ruhumuzun topuzları gevşeyen kapıları en hafif rüzgârla açılır ve içeriye, bir gün her şeyimiz olmaya namzet kadın giriverir. (s.238)

-          Masanın başından kalktınız mı bir daha kâğıdı düşünmezsiniz; fakat bir kadının yanından ayrılınca böyle olmaz. Hayali sizi rahatsız eder. (s. 262)

-          “ acayip”, “harikulade”nin taklididir.( s.268)

-          Galiba keder yaşlı ile genç arasındaki farkı siliyor. (s.288)

-          Belki de onu bunun için sevmediniz, gizlisi olmayan bir ruhtu (s.296)

-          Ölmek, ölümü düşünmekten çok daha kolaydır, değil mi?.. (s.298)

-          Fakat bu kararsızlık – Bahri çok iyi söylemiş- muhitinde mahsulüdür. Vedia’nın karşısına aradığı erkek çıkmadığı gibi etrafında hiçbir ideal, ahlak, telakki, hiçbir kıymet yerli yerini bulmamış. Her şey sallanıyor. Bu zelzele içinde Vedia gibi bir haysiyet nasıl sabit kalsın? Sana gelince onu sabit ruh iklimine sokmak senin elindedir.
- Mümkün mü ?( s.304)

-          Hayatımız karakterimizin değil, karakterimiz hayatın mahsulüdür ( s.305)

-          Senin bütün materyalist emellerin azgın kabinden korktuğun, ona gem vurmak istediğin içindir. Belki bütün materyalizm, insan kalbinin lirik hamlelerini bastırmak içindir. Yani maskeli bir spiritüalizm anladın mı? Hakiki ve ciddi materyalistler ki, hayvanlardır, materyalist olduklarının farkında değillerdir. ( s.306)

-          Korku tamamıyla hayaldir. Felaketin ta karşısındayken korku yok, bir takım müdafaa reaksiyonları fiili mün’akisler falan vardır. (s.311)

-          Her ölüm şuursuz bir intihardır ve her an ölümle çarpışan insan, ancak yaşama iradesini terk ettiği anda ölür. ( s.322)

-          Mutfakta bir tıkırtı. İclal, Mustafa’sının çorbasını pişiriyor. Hep onu düşünüyor. Yirmi sene, elli sene hep onu düşünecek. Mustafa eşikte görünüyor. Sessiz. Dil dökmüyor. Dil olmayan yerde yalan olur mu? (s.396)

-          “Haykır, niçin olursa olsun, haykır, etrafına daima birkaç kişi toplanacaktır; haykır, seni anlar gibi olacaklardır, haykır, anlamasalar da haklı bulacaklardır; haykır, büyük ses büyük ruh ifadesidir, haykır, haykır, ne söylemek için olursa olsun, haykır, ah haykır…” (s.421)

Keyifli okumalar…

9 Ağustos 2012 Perşembe

Tatil nedeniyle kısa bir ara

Şarköy'de tatildeyim,gene anladım ki deniz kum güneş,yüzmek vesaire benim tarzım değil.Peyami Safa'nın Biz İnsanlar romanı olmasa patlayacağım.Bitmesin diye ağır ağır okuyorum.Çok güzel bir kitap,belki de Safa'nın en iyi eseri dönünce yazarım kitap hakkında.Ben yokken sayfaya yeni okurlar gelmiş,hoş gelmişler.Dönünce bi göz atarım sayfalarınıza ;) bye bye...

işte buradayım,Yayla sahili 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...