28 Nisan 2013 Pazar

Pazar işte...



Yaz gelsin diye dua edip dururken daha ilk bayıltıcı sıcaklarda hayıflanmaya başladım. Yazacak bir şey yok aslında, yani okumasanız da olur. Böylece hayatınızdan iki dakikayı boşuna geçirmemiş olursunuz hadi kapat sayfayı. Hala burada mısın? Siz bilirsiniz :) Dört Nikah Bir Cenaze’yi hatırlayanınız var mı, ben oynadığı yıllar pek sevmiştim. Yönetmeni kim diye hiç merak etmemiştim doğrusu, oysa şu casting olayına küçüklüğümden beri takığımdır. Faydasını görmedim değil,arkadaşlarımın söz konusu bir film,bir aktör veya aktirist hakkında kafalarında bir soru oluşursa gogul amcadan önce bana sorarlar. Neyse efenim işte bu filmi Mike Newell yönetmiş. He n’olmuş yani diyosunuz di mi, sormuyor musunuz yoksa :) neyse işte dün tv’de şu sinema programlarının birinde adı geçti zatın. Dört nikahın yönetmeni mayk nivıl yeni film yapmış: Great Expectations,yani büyük umutlar. Ulan ben bu filmi birkaç yıl evvel izlemiştim oldum. Hem soundtrack’i çok hoşuma gitmişti,hala palylistimde. Aşağıda paylaşacağım. Yeni öğrendiğim bir şey daha varsa film romandan uyarlamaymış hem de Charles Dickens’ın. Holivuud gene senaryo sıkıntısı çekiyor sanırım. İyi anladımda bu yeni uyarlamanın fragmanına bakınca benim izlediğim filmle hiç alakası yok gibi gözüküyor yahu.
                                   Bu givinet paltrov'la Ethan howk'un oynadığı 2002 yapımı
                                        Bu da helen bonhem kartır'ın yan rolde oynadığı son uyarlama

Aslında helen’in hatrına izlenir.Ne de olsa sevındaki Marla Singer karakteriyle biz erkeklerin kafasında ur gibi yer etti kendileri.Bana mı öyle geliyor yoksa seksi hatunlar genelde çirkinlerden mi çıkıyor??
Neyse geçelim bunu, imkanı vakti olana duyurulur: uluslar arası caz günü festivali 30 nisanda  İstanbul’da düzenlenecek. Bir çok program ücretsiz ayrıntılı bilgi için işte buraya bakabilirsiniz: http://caz.iksv.org/tr/cazgunu

Geçen akşam The Box- Kutu isimli filmi bir de tv’den izledim. İyi ki de ikinciye izlemişim. Güzel film sayın okur.Konusu zaten hemen sizi öykünün içine alıyor,biraz Hitchcookvari bir taktikle.Efenim evinize bir gün yabancı bir adam gelip size şöyle bir teklifte bulunuyor.Bak bu kutudaki butona basarsan dünyanın herhangi bir yerinde biri ölecek.Sen kim olduğunu asla bilmeyeceksin ve karşılığında tam bir milyon dolar senin olacak.Sana bir gün mühlet düşün taşın deyip çeker gider.Kabaca girizgahı böyle işte. Bundan sonra kemirın diaz ve kocası bu olayın ahlaki boyutunu düşünüp vicdan muhasebesi yaparak geçirirler günü.Ama nihayetinde kemirın basar düğmeye ve gerçekten biri o anda ölür.Bundan sonrası ise konuyu bambaşka bir yere götürüyor.
Efenim güya dünya dışı varlıklar biz insanları test ederler bu şekilde. Yüzlerce yıl sonunda ne kadar evrildik falan gibi. Eğer yeterli sayıda kişi bu teklifi reddederse anlayacaklardır ki, “ulen bu insanoğlu bak ne medeni olmuş aferim.Hadi artık kendimizi gösterip bi kucaklaşalım.Yok test hüsranla sonuçlanırsa ne haliniz varsa görün ulen diyecekler.Ya da kötüsü bir tehdit unsuru olarak görüp bilimde daha da yol kat etmeden bizim soyumuzu sopumuzu… Ya iyi güzel düşünülmüş bir konuda be kardeşim ne gerek var bu kadar zahmete, aç televizyonu bir akşam bülteni seyret anlarsın zaten ne medeni olduğumuzu. Aynı konu South Park’ta çok daha eğlenceli geçmişti.Tüh! southpark'ın o bölümünü bulamadım yaa:(( konu space cash olacak.İsteyen arayıp baksın çok iyi bir bölümdür.Bu fragmanla yetinin bari :
Ha bugün bir de şehirde bisiklet yarışı vardı. Keşke şehrin hemen her yerinde bir çok Avrupa kentinde olduğu gibi bisiklet yolları olsa da bir uçtan ötekine gezse insan dedirtti. Hiç ama hiççç yazmaya niyetim yoktu da bu sıcaklar şimdiden fena sıktı beni. Bir de bu önümüzde ki hafta sınavlarla geçecek nasıl ders çalışacağım bu havalarda ben:(  Neyse bu gereksiz geyik sayesinde bir nebze gerçek problemlerimden uzaklaştım ben.Baştaki uyarımı dinlemeyip okumaya devam ettiyseniz şayet umarım sizi de az da olsa gevşetmiştir.Olmadıysa hadi bari bu güzel şarkıyla noktalayalım.Diğer videoları açmadıysanız bunu izleyin,izleyin izleyin.İyi pazarlar...


23 Nisan 2013 Salı

17 Nisan 2013 Çarşamba

Horoz Corc



Merhaba günlük. Hı! Sigara yerine çakmağımla kalemi tüttürmeye çalıştım :) çok amaçlı kullandım şimdiye dek doğru ama buna hiç yeltenmemiştim. Kılıç oldu ok oldu. Yaraladı, yaralandım kimi zaman; çoğunluk kalkanım dostum… Sigara işlevini de üstlenirse ne sevineceğim. Sana yazmayalı çok olmuş ama tam tarihi belli değil, bir bayram sabahı diye not düşmüşüm.
Bir bayram sabahı günlüğün başına geçmeme bakılırsa şüphesiz ülke gene kan ağlıyordu. En son ne zaman kendi sorunlarımı düşündüm anımsamıyorum bile; keza geçen yaz yıllar sonra tatile çıktığım ilk andan itibaren hem kendime hem de yanımdakilere zehir etmiştim günleri. Öyle ya, birileri vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığı adına bizler için mücadele etmiş ve bunun sonucu hukuksuzca içeride yatıyorken aman be bananecilik yapmaya ne hakkımız vardı,en azından kendi adıma bu hakkı bulamıyordum ve gene neler yapabileceğim üzerine düşünerek,düşüncelerimi kağıda dökerek  geçirdim zamanı. Bir nebze hafiflemek adına ise Peyami Safa’nın bir romanını okuya durdum. Ki siyaseten merkez sağa yakın olduğunu düşündüğüm Safa bile mütareke yıllarında geçen romanında şu sözleri Orhan’ın ağzından söyletip adeta günümüze bir ayna tutuyor:
   “- Hanımefendi! Türk kadınına taalluk eden bahiste haklısınız! Fakat zannediyorum ki, bu bahsi, tamamıyla ayrı bir siyasal meseleyle karıştırıyorsunuz Avrupalılar buraya medeniyet getirmeye gelmediler, hanımefendi! Bilakis, bizim ilerlememize mani olmak, bizi esir etmek için geldiler. Bakınız işte, polisimiz onların idaresinde iken kadınlarımıza daha çok istibdat yapılıyor. Burada softalarla el ele verecekler. Avrupa’nın müstemleke idareleri, her girdikleri memlekette ileri fikirli adamları iş başından uzaklaştırır ve yerine cahilleri, gerileri koyarlar. Maksat terakkiye mani olmaktır. Emin olunuz,  burada bir Fransız veya İngiliz idaresine yerleşsin, en mutaassıp şeyhülislamlardan daha ziyade sizin kapanmanıza çalışacaktır. Ancak burada kurunuvusta zihniyetini hâkim kılmak şartıyla bize hâkim olacaklarını bilirler. Bakın, memleketin bütün hür fikirli adamlarını Malta’ya sürdüler.(s.221-222)”
Şimdi başına düşme sebebim bizim horoz Corc’tan bahsedecek oluşum zira blogdan birine yazacağım dedim. Eh! Madem Corc’u anlatacağım önce bu deftere geçmek mantıklı geldi; kalıcı olmalı. Daha önce bir arkadaşıma bahsetmiştim ve sanırım çok etkisinde kalmıştı. Benim için bir horozla olan yarenlik çok sıradan geliyordu hâlbuki, demek dışarıdan fantastik bir öyküye benziyor. Neyse işte Corc’un hikâyesi:
Sanırım henüz liseye başlamamıştım yani doksanların başı olsa gerek. O yıllar gecekonduda ikamet ediyorduk, zaten bir gecekondu semtiydi burası. İstanbul’un çok yeri böyleydi o yıllar. Çok hızlı değişti bu şehir. Hemen her gecekonduda olduğu gibi bizimde bir bahçemiz vardı ve emin olun muhitin en güzel bahçesi. Ayva, elma, dut, incir ah birde iğde ağacımız vardı. Rengârenk güller, goncalar, begonyalar, uyku çiçekleri…  Nanemiz vardı mesela, anımsıyorum bir komşumuz sürekli bizim bahçeden alırdı naneyi yemeğine katmak için. Şehrin çehresiyle beraber ne çok şey değişti, o vakit komşularımızın aslen nereli olduklarını bilmez, önemsemezdik. Birinizin annesi, ninesi türbanlı mıydı Allah aşkına? İnanmıyorsanız açın eski resimlere bakın,kızlar evlendikten sonra başörtüsü takmaya başlardı sadece,o da bir kısmı. Orası büyükşehir Anadolu’da böyle değildi demeyin sakın. Zira bağ bahçede çalışan emektar Türk kadını içinde elverişsizdi bu giyim tarzı, şalvar giyilirdi. O da o dönem Sümerbank’ın dizayn ettiği rengarenk, Anadolu’nun karakteristik özelliğini en iyi şekilde anlatan basmalardan. Amerikan bezini yer silmek gibi önemsiz işlerde, paçavra niyetine kullanırdık. Hoş! Artık Sümerbank bile kalmadı ya. Şimdilerde bu iki konu üzerinden on küsur senedir siyaset nemalanıyor. Neyse konumuz Corc değil mi?
Bir Pazar annemden habersiz iki civciv alıp gelmiştim pazardan. Kızdı falan elbet ama n’apsın, sanırım bir kaç güne ölür diye düşünüp razı olmuştu. Bir kutunun içine koydum onları, gece üşümesinler diye üzerlerini örttüm falan. Kısacası kuru bir heves olarak kalmayacağı belliydi bu işin. Gene de birkaç güne teki öldü. Diğerinin üzerine daha çok titremeye başladım.
İlk bir Pazar sabahı ailecek kahvaltımızı ederken her nasılsa kutusundan çıkıp, o yüksek masadan atlayıp salonu turladıktan sonra sofraya kahvaltıya katıldı. Üstelik henüz on beş günlük falan olsun. Zaten yer sofrasıydı, öyle yanımdaki boşluğa geçti ve nafakasını beklemeye koyuldu. Görgü kurallarını, haddini biliyor gibiydi. Pek eğlendik doğrusu ve sonra sıkça tekrarladı bunu, yetinmedi bazı akşamlar gene kutusundan atlayıp TV izlemeye sohbeti dinlemeye katıldı. Derken sarı tüyleri beyazlaşıp kanatlanmaya, ibiği az da olsa belirmeye başladı. Ve hızla büyüdü ardında bıraktığı pislik öyle pek tolare edilecek gibi değildi artık. Çaresiz bahçeye bir kümes yaptım. Zaten oldum olası sürekli kömürlükte tahtalardan bir şeyler yaptığımdan çok zorlanmadım, hatta bayağı konforlu bir ev oldu sanki.
Gecekondu semti olmasına rağmen benden başka kimse tavuk bakmıyordu yani Corc daha kendi cinsinden bir canlıya rastlamamıştı ve bu durum onun kafasını karıştırıyordu. Eminim kendini ailenin bir ferdi, bir insan olarak görüyordu. Neden şimdi evin dışına itilmişti. İnanır mısınız son gününe dek bir kez olsun yerden buğday yememişti; tabağından yerdi. Gagasını tabağa vurdumu dışarı fırlayan buğdaya bakmazdı bile. Zaten günün üçte ikisini arka bahçede tahtalardan bir şey icat ederek veya kömürlüğe kaldırdığımız eski gırgır dergilerini okuyarak geçirdiğimden çabuk alıştı bu yeni durumuna.
Gelişimine gün be gün şahit oldum bana göre çok daha çabuk gelişiyordu. Ve an geldi bariz bir şekilde anlaşılır oldu Corc bir horozdu. Bahçemizde bir inşaat demiri vardı, tünek benzeri üzerine zıplayıp öğürmeye başladı bir gün, sanki öksürüyor boğuluyor gibiydi ve bir örgg… sesi ve sonra ühürggzz!... Bu böyle birkaç gün sürdü ve sonunda işte o narasını tüm şaşaasıyla attı. Ühüüüüürüüü… ühüühüüüürüüüüüüü… İlerleyen günlerde buna dev kanatlarını çırparak eşlik etmeye başladı.
Tuhaftı Corc. ‘Corc gel oğlum deyince geliyor, hadi kümesine, geç oldu deyince homurdanarak yuvasına giriyordu. Bazen başını okşayınca guruldayıp sakinleşiyor hatta uyukluyordu. Sonraları bir oyun buldum, kolumu uzatınca hemen zıplayıveriyordu ve bende bir çiçeğe konmuş sineğe doğru onu götürüyordum. Tak giye gagasıyla saldırıp midesine indiriyordu, neredeyse hiç ıskalamazdı. Komşular şaşkın gözlerle bizi izliyordu. Kolundaki horozla sinek avlayan bir ergen :)
Corc hâlâ kendi türünden bir canlıya rast gelmemişti ve söylemeyi unuttum fırsat buldukça her daim açık olan evimizin kapısından içeri kaçamak yapıyordu. - O yılar evlerin kapısı açık dururdu. – anneme rastlarsa şayet durum değişiyordu. Annem : “ Corc, hıı…! Kızıyorum bak, hadi evine” diyor, o da godo godo diye bir ses çıkarıp gidiyordu, söz anlardı.
Zamanla ibiği iyice kızarmış, kocaman babaçka bir horoz olup çıkmış ve çok huysuz olmaya başlamıştı.  Sabah kapısını açınca birden ayaklarımı gagalayıp kovalıyordu beni, sabahları çok aksi oluyordu, sonra gün boyu oynardık gene. Mahalledeki köpekleri de kovalayıp korkudan titretmeye başlayınca şöhreti hızla arttı. Biraz büyükçe abiler zaman zaman bahçenin önüne gelip Corc’u kızdırıyor, o da kafası önde kanatları geride nefes nefese sokağın başına dek kovalıyordu onları, herkesin eğlencesi olmuştu. Fakat ne üzülürdüm bilemezsiniz zavallının tıknefes kalışına. Kalpten gidecek sanıyor, şefkatle seviyordum. Kalp atışları normale dönene dek kucağımdan bırakmıyordum. O ise arada dönüp bana godo godo diye bir şeyler anlatıyordu. “ Bak nasıl kovaladım yavşağı Levo gördün mü? Ben sorarım onlara, üstüme gelmesinler uleyn” diyordu, eminim. Corc benim aksime delikanlı bir tipti, vallah elinde bir tespihi eksikti, bakışları da bir tuhaflaşmıştı. Sanki tek kaşı kalkık Kadir abi modundaydı.
Günler böyle geçerken Corc hemen her bulduğu materyalin üzerine çıkıp tepinmeye başlar olmuştu. Mesela beni veya mahalleden bir veledi kovalasın ki kaçanın muhakkak terliğinin teki çıkıverir, işte o terliğin üstünde tepinip öfkeyle geri dönüyordu. Öyle ki bir gün kırdığım bir odundan fırlayan parçayı bile altına almıştı. Bu ritmik hareketlerin ne olduğunu yaş itibariyle çözemiyordum doğrusu. Yalnız nedense büyükler çok gülüyordu bu duruma. Derken bir akşamüstü babam eve siyah bir poşetin içinde beyaz bir tavukla çıkageldi. Hepimiz şaşkın, ben yemek için aldı sanmıştım. Benim yaşımdakiler hatırlar o vakitler pazarlarda canlı tavuk satılırdı. Bir tanesini parmağınızla işaret eder ve adamda oracıkta kafasını vücudundan ayırıp size verirdi, bazen de canlı alırdınız. Ne günlerdi yarabbi. Ev hanımları içinde zordu; yok tüylerini yol, yok tütsüle falan. Babam Corc’a arkadaş getirdim gelin bu gelin dedi. O karanlıkta kümese yanına koydum ama karanlıkta bir salak olur tavuklar :) anlamadı sanırım. Neyse, sabahsı ben babamın neden Corc’a bir arkadaş aldığını, Corc’un neden terliklerin üstünde falan tepindiğini çözmüş oldum millet :)
Tavukçuk el kadardı, tırnakları rahat beş santim vardı, tüyleri dökük ibiği renksiz ve sarkıktı. Yaşlı bir tavuktu bence bu veya çok sağlıksız. İnanır mısınız bence bir yuva bulması ve Corc’un aşkından olsa gerek, tırnakları sanki pedikürcüye gitmiş gibi düzelmiş, ibiği kızarıp diklenmişti. Hatta o beyaz tüylerine bir parlaklık gelmişti sanki. Aşkın insanlara verdiği o parıltı canlılık tüm canlılar için geçerli olmalı. Tavuk, Corc gibi değildi, yerden yemleniyor, hatta Corc’un hiç oralı olmadığı bahçedeki uyku çiçeklerini falan otluyordu. Zamanla Corc’ta ona uyum sağlamaya başladı ama o da ona çok şey öğretti bence. Tam bir centilmendi, tabağa yem dükünce iki gaga vurup eşine sesleniyor önce ona yediriyordu. Zavallı tavuk neler görmüş olacak ki bir kez elime alıp sevmeme razı olmadı. İnsanların neler yapabileceğini Corc’un aksine çok daha iyi biliyordu. Corc onun yanında toy cahil şehirli bir snoptu. Gene her adımında yanlarındaydım onlarla, bir gün kömürlüğe bir limon sandığı koymayı akıl ettim ve içine de biraz saman gazete falan koydum. Anlamsız gözlerle beni izliyorlardı tabi tavuk biraz daha uzak bir mesafeden. Ardımdan gidip baktılar ama pek oralı olmadılar. Birkaç gün sonra ise beklediğim oldu. Tavuk sandığa oturdu ve saatlerce kalkmadı. Corc bir iki gidip oynamaya falan çağırdı ama cık! Akşama doğru ancak kalktı ve kümeslerine çekildiler. Birkaç hafta hep böyle geçti, tavuk saatlerce yatıyor, Corc duruma bir anlam veremiyor gibiydi ama son zamanlarda üzerine ağzında gagasıyla saman çerçöp getirip sandığın içine atıyor ve n’apıyor nasılsın gibisinden homurdanıp tekrar onu yalnız bırakıyordu.
Artık beni pek yanlarında istemiyorlardı, özellikle tavuğa yaklaşınca Corc bana saldırmaya başlıyordu. Bir gün her zamankinden uzun yattı tavuk sandığa ve kalkmak bilmedi, yaz vakti akşam dokuz gün hâlâ aydın. Corc kömürlüğün çatısında bir ileri bir geri gidiyor, gergin olduğu her halinden belli. Bense evin köşesinden gizlice başımı uzatmış onları izliyorum. Tavukçuk bagbag bag bag diye dakikalardır bağırıyor, neden sonra kuyruğu doksan derece açıyla diklendi. Corc’un kömürlüğün çatısında onu görmesi imkânsızdı. Kanatlarını her zamankinden çok çırpıp şimdiye dek duyduğum en kuvvetli şekilde ötmeye başladı ve tavuk aynı anda sandıktan silkinip halsizce kalktı. Corc hemen çatıdan atlayıp yanına gitti. Gagasıyla gagasına dokunuyordu yeminle, godo godo godo falan diyor, yerden bir ot koparıp tavuğun önüne atıyordu ama tavukçuk oralı değil, bitkin. Bizim anlayamayacağımız psişik bir şekilde durumdan haberdar olmuştu Corc. Benim kalbim ise onlardan daha çok atıyor, ne olmuş acaba yumurtlamış mıydı diye düşünüyordum. Ancak yarım saat sonra onlar uzaklaşınca parmak uçlarımda sandığa koştum ve ne göreyim, o minicik tavuğun nerdeyse kendisi kadar büyük bir yumurta, üzeri biraz kanlıca. Sonra tavuk gün aşırı yumurta vermeye başladı ve artık ne eskisi gibi helak oluyor ne de Corc öyle yırtınıyordu.
Bir gün kayboldu bu ikisi ara ara yoklar, çıldıracağız. Annem bakıyor, ben, kardeşim, yok yoklar. Ümidim tükenmişti neden bilmem bir ara eve geçtim. O da ne? Corc nasıl olduysa tavuğu da ikna edip eve sokmuş ve yatağa boylu boyunca uzanmışlar. Evet, evet uzanmışlardı. Corc bir kanadını kocaman açmış tavuğun yani eşinin üzerine atmış öyle yatıyorlardı. Oh! Allah muhabbetinizi artırsın ne diyeyim. Gülerek, anneee buldum onları diyerek çağırdım. Annem şaşkınlıktan ağzı açık o meşhur kahkahasını patlatıverdi. Sonra yarı ciddi gülmemeye çalışarak : “Ah… Corc! Hadi bakalım evinize” dedi.  Corc başını kaldırıp her zamanki homurtusunu yaptı “godo godo”. Annem, hadi bakayım diye tekrarlayınca Corc kızgın, tavuk mahcup, başı yerde evlerinin yolunu tuttular. Ne gülmüştük o gün :)
Bir ihtiyarı nasıl çukura düşürdüğünden, mahallenin kadınlarını nasıl toplandıkları bahçeden eve hapsettiğinden, bir esnafa nasıl ayar olup akşam dükkânı kapatana dek gagalamak için inatla beklediğine kadar anlatılacak öyle çok şey var ki daha ama bazıları bana kalsın.
Corc zamanla iyice huysuzlaşıp mahallenin çocuklarına saldırmaya başlamıştı ve gerçekten tehlikeliydi. Sıkça şikâyet almaya başlayan babam bir gece karar vermişti sabah kesecekti Corc’u. Ağlamalarım, isyanım para etmemişti. Sabah kalkınca ne görelim kümesin kapısı ardına dek açık, bahçenin hemen her yeri tüylerle kaplı ne Corc var ne de tavuk. Günlerce bulamadık, kimi sansar yemiştir dedi, kimi bir hırsız çalmıştır. Bense ufakta olsa gece konuşulanları duymuş ve kanatlarını çırpa çırpa uçup gitmişler diye hayal kuruyordum. Tüylerin sebebi bunlar olmalıydı.
Günler sonra arkadaşlarım, Levent koş Corc’la tavuğu bulduk bardakçıların bahçesinde dediler. Ben annem falan koşarak gittik. Ne göreyim Corc’un içi oyulmuş paramparça, tavukçuk ise sadece boynunda ufak bir kan lekesi, öyle yan yana can vermişler. Çok üzüldüm, yıkıldım. Beni teselli eden tek şey kesilerek değil de bu şekilde ölmeleriydi. Kötü bir son olmasına karşın bu bir daha doğal bir durumdu . Oraya gömdüm onları. Biliyordum bir ömür unutmayacaktım Corc’u. Bir dönemim onla geçmişti işte, arkadaşımdı.
Şimdi düşünüyorum da o gelin gibi beyaz tavuğa bir isim koymak hiç aklımıza gelmemişti. Kadının adı yok, hiçbir yerde şekilde. Olsun onu o Pazar tezgâhından kurtarıp bir hayat yaşatmıştık. Belki yakında fola yatacak yavrulayacaktı. Vakti de gelmişti hani. Ama zaten birkaç ay sonra bizim gecekondu, ağaçlar falan kesilip yerine soğuk ruhsuz bir beton yığını dikilmişti. Şimdi ki bu iki metrekare balkonda nasıl bakardım onlara. Sanırım her şey yaşanması gerektiği, olması gereken gibi olmuştu. Bir gün karşılaşacağız Corc, kendine iyi bak.
Not: geçen duydum Japon bilim adamları horoz denilen canlının neden ne tür bir refleks, dürtü ile öttüğünü araştırıyorlarmış. Düşününce önemli bir araştırma bence de, onlara buradan duyuruyorum, fikirlerimle size yardımcı olabilirim. Yukarıdaki fotoda Corc henüz 6 aylık.Bu uzun yazı için de özür okuyan kardeş. Sevgiyle kalın, hoşça kalın.

11 Nisan 2013 Perşembe

Levent hem tembel hem zeki değildir


İşte bu dersle uğraşıyorum sayın okur ve bu izlediğiniz kısım henüz başı. Hoca hanımın örneği üzerimden yapması işe tuz biber ekti. Rüyalarımda hep bunu görüyorum desem...
Başarısızlığımın sebebini bir de sembolik mantıkla millete açık etmenin ne alemi vardı canım. Al Bundy benim yanımda halt etmiş dünyanın gelmiş geçmiş en büyük "loser"ı benimmm.
Ama yazmama sebebim derslerim değil.Bir nevi Dorsay ustanın benzeri bir küslük benimki...Sanırım bir süre daha "blogger"lık denen şeyin daha pasif olan okuma kısmıyla yetineceğim.
by bye...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...