22 Haziran 2014 Pazar

Carborundum nedir biliyor musunuz ?



Tatildeyim. Okumak için yanıma aldığım kitaplardan biri de Jose Mauro De Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” idi; henüz bitti. Çok sevdim, çok tanıdık, fazla tanıdık geldi okuduklarım. Belki okuyan herkes içinde aynı şey geçerli olmalı ki oldukça tanınan bir eser. Zeze gibi yaramaz bir çocuk değildim ben ama tıpkı onun gibi kimseden yardım almadan beş yaşında okumayı çözmüştüm. Hâlâ nasıl oldu bilmiyorum. Harfleri tanımadan onları birleştirmem gerektiğini bilmeden, neyse. Ve hayal gücüm, hayal gücüm Zeze’den bile üstündü . Örnekse ormanda kozalak toplarken kaybolduğumda Conan ve onun iri kıyım savaşçı dostları yolu göstermişlerdi bana. Bir tehlikeyle karşılaştığım zamanlar ise etrafımı Afrikalı yerli çocuklar büyülü tamtamlar  deflerini çalarak korurlardı beni. Kız kardeşim bugün bile çocukların oyununa derhal dâhil olabilmemi kıskanarak, birazda gıptayla izler. Yarattıkları yaşadıkları dünyanın hâlâ bir ferdiyim sanırım.

Okurken belki çoğunuz gibi benimde aklıma Yeşilçam’ın afacan sezerciği, yumurcağı geldi. Ve kuşkusuz Portuga, Sadri Alışık olmalıydı. Zeze’nin sondaki itirafı :”olup bitenleri çocuklara niçin anlatmalı?” Bunları bana çok erken anlattılar diye yakınışı Sadri babanın Afacanla geçen şu diyalogunu anımsattı:

Afacan –“ bayramlık alamadın diye ne üzülüyorsun be Osman abi ben çocuk muyum?”
Sadri baba – “ Doğru… Değilsin. Yazıklar olsun ki bana senin bu yaşta kocamana mani olamadım”

Her defasında bu sahne aklıma geldikçe yüreğim paralanır, içimde bir şey kopuyor gibi olur. Sefaletimde Zeze’ye benziyordu benim. Lakin bize özgü bir durum değildi bu. Tüm mahalle sakinlerimiz yoksul insanlardı. Böyle yerlerde duygular yoğun olur. İnsanların yüreklerinin zenginliği fakirliği bastırır. Zeze’ler büyür şair olur böyle yerlerde...

Keyifli okumalar.

10 Haziran 2014 Salı

işte öyle...


Sınavlar henüz bitti ve aslında buraya yazamayacak kadar içsel olarak bitkinim lakin yapacak başka bir şeyde gelmiyor aklıma. Dün şu meşhur Vefa Lisesi’ndeydim bozacının hemen yanında, hayret yıllarca nasıl fark etmemişim. “ Fark etmeden senin olmuşumm, fark etmedeeensenin ooolmuşum” ne güzel şarkıydı değil mi? Sonrasında tramvaya bindim ve her nasıl olduysa oturacak bir yer bulmuştum. Gözlerindeki torbalar oldukça belirgin, üzerine ince bir pardösü giymiş altmışlı yaşlarında bir hanımefendinin yanındaydım. Eprimiş, solmuş bir kitabı okumaktaydı. Açıkçası bu yaşlarda kitap okuyan birine rastlamak hele ki bir tramvayda… Alışkanlık işte, acaba ne okuyor kimi okuyor diye göz ucuyla bakmaya çalıştım ve hayranlığım bir kat daha arttı. Ne okuduğunu kitabın sayfalarına göz atarak anlamam imkânsızdı zira Fransızca bir eserdi buruşmuş ellerinde tuttuğu. Hatırı sayılır bir yaştayım ben, inanın bu kozmopolit şehrin hiçbir yerinde yabancı dilde eser okuyan birini görmedim; yabancı turistlerde bile. Hele ki bir metroda, hele ki bizim varoşa doğru giderken. Karşıki cama yansıyan aksine bakarak geçirdim durakları, yüzünün tüm detaylarını zihnime çizmeye çalışarak. Dört delikli bir düğmeyi boynuna kolye yapmış. Ve hayret, bu yaşta gözlük kullanmadan okuyabiliyor. Yansımasını izlerken ve dönüp bir sohbet edebilmek için bahaneler ararken istemeden zihnim çok eskilere gitti. Kısacık ve oldukça seyrek saçlarını pembeye boyamış. O pamuk elleriyle bastonunu sıkıca kavramış büyük bir dikkat ve hatta birazda inatla sahnedeki oyunu izliyordu. Sol çaprazımda duran bu hanımefendi en iyimser olasılıkla doksan yaşlarında olsun gerekti.Sahnede sevgili Naşit ailesinin son temsilci Naşit Özcan oyuna ara vermiş(Kadın ile Memur-2000) geçinebilmek için arta kalan zamanlarında taksi
şoförlüğü yaptığından yakınıyordu. Ancak artık sahneden daha çok, bu genç asil kadını izliyordum. Doksanında tiyatrodaydı, hani torunlarına gölge yapsın falan diye değil sırf kendisi için, yaşama inat fidan diken ihtiyar gibi piyesi izlemekteydi. Oyun sona erdiğinde oldukça yavaş ve titreyerek ama kimsenin yardımına gerek kalmadan doğruldu. Tüm asaletiyle fuayeden dimdik çıkıp gitti. Tam bir İstanbul hanımefendisiydi, belki de son temsilcisi. Kendisiyle bir saatçik sohbet edebilmek için neler vermezdim… Yanımdaki kadın toparlanmaya başladı, son bir gayret ettim kitabın kapağını görebilmek için ama nafile. Kitabın arasına muhtemelen bir dergiden falan kestiği Atatürk’ümüzün resmini ayraç olarak koyup çantasının içine koydu. (Geçen yaz tatilde satın aldığım kitabın yanında verdikleri gezi parkının simgelerinden biri olan kırmızılı kadınlı ayracı özenle saklıyorum. O da güzel ama hemen yarın bende böyle bir ayraç yapacağım kendime.) Durduramadığım bir merakla çantasının içine göz atmaya çalışıyordum. İzin isteyip semtimize sadece iki durak varken indi. Vay be bizim buralarda böyle bir kadın, ya Reşat Nuri sahnesinde gördüğüm o asil hanım efendiye ne demeli. Yoksa sence hâlâ bir umut var mı Levent ne dersin?

Bugün de yıldız teknik Davutpaşa yerleşkesindeydim. Sınav saatini beklerken oturduğum bankı #SOMA diye kazıdıklarını fark ettim ve gölgesinden istifade ettiğim ağacın gövdesine de bir baret iliştirdiklerini. Bu acı olayı bu faciayı unutmamak, unutturmamak adına yazmak istedim bende. Sorumlular belli, adaletten kaçabilirler ama vicdanlarımızda mahkûm kalacaklar, hem de nice benzeri olayla, bu arada sırası gelmişken Gezi şehitlerimizi de saygıyla anıyorum. Naçizane, insan hayatının nasıl bu kadar ucuzladığını anlayabilmeniz için size sosyolojiden faydalanmayı öneriyorum. Sanayi devriminin hemen peşinden oluştu bu düzen, doğrusu daha bir perçinleşti… Öf! Neden her seferinde yazıp siliyorum bazı şeyleri? Gazap Üzümleri’ni izlediniz veya okudunuz mu? (8 Haziran 2014)




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...