26 Nisan 2017 Çarşamba

Sanal yakınlaşmalar


98 yılı henüz internetin yeni yeni hayatımıza girmeye başladığı yıllardı. O vakitler bende tam anlamıyla bir sinema kuşuydum. Sinema demek birazda Beyoğlu demekti benim için, belki de Beyoğlu’na gitmek için bir bahaneydi sinema, inanın bilmiyorum. Emin değilim zira sinemanın altın çağıydı 95-99 yılları. Biraz yardımcı olayım mı: altıncı his-fight club-er ryan-İngiliz hasta-titanik-matrix falan filan…

O yıllar 98 yapımı bir film vizyona girmişti başrolünde Meg Ryan’ın olduğu. Zaten Ryan’ın adı geçiyorsa o filme gitmemek imkansızdı. Şüphesiz tatlı Meg’in benim gibi binlerce aşığı vardı o dönemler. İlk beyaz perde aşkımdı benim Meg Ryan. Şimdilerde ise Cate Blanchet ki ona girersek konudan saparız biz devam edelim anlatmaya. Film gene bir Nora Ephron işi olan "You’ve got mail" yani Mesajınız Var idi. Belki sinemada bu konu ilk kez işleniyordu güzeller güzeli Meg ve Tom Hanks internet vasıtasıyla birbirleriyle tanışıp aşık oluyordu. Üstelik mükemmel bir eşleşmeydi bu, sonunda birbirlerine kavuştuklarında ne mutlu olmuştum. Çeşitli ve komik nedenlerle bu filmi üst üste tam üç kez izlemek zorunda kalmıştım. Ve her biri bir hemcinsimle ve biri 14 Şubat’a denk gelmişti üstelik sinemada eş olmayan tek bizdik :)Meg’e olan aşkım alevlenmekle birlikte bu fikir de kafama yer etmişti belki de.


Ve işte uzun yıllar sonra 2009 kasımında onunla facebook'ta Kafka hayranlarının olduğu bir grupta rastlaşmıştık. Hayatımın en bahtsız dönemlerinin başlangıcının o gün olduğunu çok sonra öğrenecektim. F tıbbı yeni bitirmiş doğunun ücra bir kasabasında zorunlu görevini icra etmeye henüz başlamıştı. Kusura bakmayın daha detaya girmek istemiyorum nihayetinde aşktan kadınlardan delice korkan biri olup çıkmıştım hala da öyle. Hiç o kadar acı çektiğimi bilmem, düştüğümde bile o kadar acımadı. Hatta fizyoterapist kadın kolumu yanlışlıkla kırıp hıçkırıklarla ağladığında ona, sakin ol senden çok daha fazla acıtan kadınlar oldu beni deyiverdim o anda. Acaba o garip ne anladı bu cümleden :)

İşte ben bu acı tecrübeden dolayı facebook’un kurucusu Zuckerberg’e küfürler döşenirken B abla ile tanışıverdim. Günlerce aylarca o fettan kızı anlatıp durdum ona, usanmadan dinledi öğütler verdi, yaralarımı sardı sarmaladı. Neler yapmadı ki; mesela köpek fobimi yenmemi sağladı, sayesinde üniversiteye başladım ve mezun oldum. Düştüğümde Türkiye’nin en ünlü ortopedistleriyle benim için iletişime geçti. Defalarca evinin kapılarını açtı ve daha anlatamayacağım çokça şey ve en önemlisi yüreğini sorgusuzca açtı. Entelektüel birikim anlamında da çok beslendim, ufkum açıldı. Kısaca şöyle söyleyim B abla Odtü’nün gözbebeği mezunlarından biridir. 2017, yani en az on senelik bir dostluk ve inanır mısınız ben B abla ile bir defa fiziken yan yana gelmedim. Bu yaz nasip olursa gidip elini öpücem ve birlikte Anıtkabir’e ziyarete gidicez. Ne Atamın ne de B ablamın bir kez yanına varamadım. Zaten ikisi de Ankara’da Allah inşallah nasip eder bunu bana. Zira zor zamanlar dostlar anlayan anlamıştır ne kast ettiğimi.

S abla da internet vasıtasıyla tanıştığım bir başka dost. Sanırım B abla ile aynı yaşlardalar, onunla o kadar eski tanış değiliz ama B ablam kadar yer etti içimde. Kan mı çekiyor nedir bilmem, pek yakın pek tanıdık geliyor S abla. Bu yazıyı ve B abla ile bir kez bile yan yana gelmediğimi okuyunca sanırım bir eyvah demiştir içinden. Ablacım eğer nasip olursa ( şu kazadan sonra bu ön şartı koymadan edemiyorum )sen istemesen de ben mutlaka uğrayacağım emin ol :) Hem gelmişken C ablayı da şöyle bir ziyaret edicem zaten o da İzmir’de yaşıyor senin gibi. C abla da sanırım sizle aynı yaşlarda olsa gerek :)


Demem şudur ki dostlar öyle bir yüzyıldayız ki yakın gelecekte bu tarz dostluklar, böyle hikayeler çok sıradan olacağa benzer. Düşününce, resmen sanal ağda geçen anılarım var yahu.  Yazının başına dönersek yönetmen ve senarist nora ephron’un kurguladığı gibi bu yolla aşık falan olunamayacağını acı bir şekilde tecrübeledim. Ama pekala güzel dostluklar edinilebildiğine şahit de oldum. Bir çoğunuzun da böyle dostlar kazandığına eminim ve muhtemel kendinizi tutamayıp aşağı yorumlayacaksınız da.  Neyse efenim, bolca sansürlediğim ama içten bir yazı olduğu kanaatindeyim. Sevgiyle kalın, hoşça kalın… 

11 Nisan 2017 Salı

durumlar durumlar...


Bütün hayatımızı rutinlerimizi muhafaza etmek için yaşarız gibisinden bir sözü vardır Oscar Wilde’ınSizi bilmem ama beni çok iyi tanımlıyor bu sözü. Seviyorum rutinlerimi ve gerçekten onlara sahip çıkmak çok zor. Bazen vakit bazen de nakit sorunu yaşıyor insan, bazen bambaşka şeyler…
Kendime ikisi bir arada diye üretilen bir notebook aldım geçen Cuma, klavyesi ayrılabiliyor ve bir tablete dönüşüyor isterseniz. Geçen sene evimize çok uzak olmayan bir park keşfettim, harika bir yer. Şehrin göbeğinde olmasına karşın ağaçlar çiçeklerle kaplı, asmaların altında gizlenmiş bir kıraathanesi de var ve hemen yanı başında yapay bir gölet, içinde  süzülen kuğular ördekler vıraklayan kurbağalar ise cabası. Tabii her yer gibi aslında burayı da güzelleştiren semtin sakinleri. Çoğu belki de hepsi emekli olmuş amca ve teyzeler, üstelik Boşnak veya göçmen kökenliler, yani tatlı insanlar. Geçen yaz aksilik pek gidemedim sevimsiz bir kaza yüzünden. Bu yaz nasip olursa, hatta izinli olduğum bu ilk Cuma oraya işte bu notebookumla gideceğim. Gerçi böyle bir yerde bir teknolojik aletin ekranına bağımlı kalmak salaklık olur. Ama tam da bu işler için aldım bu aleti. Günlük köşe yazılarını okurum yazarların, ilham gelirse bir şeyler karalar, çayımı yudumlar sigaramı tellerim.

İstanbul’da dolaşmak çok yorucu ve beyhude geliyor kaç yıldır. Şehri öyle bir yere getirdiler ki hemen her semt ufak bir şehircik oldu. Sinema tiyatro falan diyelim her şey muhitinizde var. Tek fark, diyelim Beyoğlu’nda bir kafe de kesişeceğiniz kız farklı, semtinizdeki farklı dünyalardan. Gerçi oraları doluşturanlarda şu sağdan soldan gelenler değil mi? Otuzundan sonra kafe insanı oldum ben, en keyif aldığım şey havadar ve sigara içilebilen bir yerde saatlerce oturmak. Hem evime ne kadar yakındaysam kendimi o kadar güvende ve huzurlu hissediyorum. Ev hasreti mi İstanbul hasreti mi bilmem, ondandır tatilde nereye gitsem üç gün sonra koşarak geri dönüşlerim. Yeni arkadaşlıklar kurmakta ürkütüyor beni, hele aşk falan Allah korusun.  Tamam işte, bugüne dek biriktirdiklerim eksilttiklerim kafi bence.


Ayın on altısı malum kritik bir tarih ülkemiz için. Şimdiden ilan ediyorum sonuç evet çıkarsa sanırım burası hariç tüm sosyal medya hesaplarımı kapatıcam. Buraya da eski güzel günleri çağrıştıran masallar döşenirim suya sabuna dokunmadan. Çok sevdiğim bir söz var, herkesin boğulduğu yerde ben de yüzerim diye. Belki yazın bir yurt dışı seyahati yaparım ve belki de dönmem başarabilirsem. Neyse, yarının garantisi yokken uzun vadeli planlar yapmak öyle gülünç ki :) vallah herkes gibi yaşayacağım bir hayatım var, şartlar ne getirirse getirsin her anın tadını çıkarmaya bakmalı. Tam bu noktada Cuma planı suya düştü bile, ben dememiş miydim :) aletin “ı” harfi kırılıverdi şimdi. Ne şans :) yarın aldığım mağazaya giderim ve onlarda muhtemelen servise falan yollarlar geri dönmesi falan on beş günü bulur kesin. Neyse böyle şeyleri dert edecek değilim artık. Sevgiler… :)

2 Nisan 2017 Pazar

pazar halleri



Pek mutlu bir insan değilimdir ben, kötüsü bundan şikâyetçi falanda değilim. Zaten her dem muhalif ve kabarık bir vicdana sahipse kişi aksi de beklenemez sanırım. İşte ömür geldi geçiyor ve ortalama ömür yetmiş dersek nihayet yarası geçeli iki yıl oldu. Nihayet diyorum zira asla tam anlamıyla yaşamayı beceremedim ben. Açması güç ve gereksiz,yaşasaydı beni en iyi Tutunamayanlar’ın yazarı Oğuz Atay anlardı diyerek bu paragrafı kapatıyorum.

Sartre’ı özledim,birden aklıma geldi. Çocukluk arkadaşımın arabasıyla geçen sene Bebek’ten geçerken Levo  canım ne çekti diye sorduğunu hala anımsıyorum. Ne diye sorunca ketçap demişti. Canı ketçap çekenler ve Sartre’ı özleyenler işte böyle garip bir dünyanın mensubuyum.  Gün içinde normal diye addedilen o büyük çoğunluğa uymak için ne zahmetler çektiğimi siz tahayyül edin. Nasıl olacak ki zaten sizde onlardansınız. Doğruyum demeye çalışmıyorum aksine arızalı olan ben olmalıyım ama laf aramızda seviyorum bu arızalı halimi,ben buyum. Yürürken iddia ediyorum hepinizi sollarım beynim ise bundan iki kat daha hızlı,dolayısıyla çok ve hızlı konuşuyorum,aksi mümkün mü. Bu da rahatsız ediyor insanları,ukala diye anılmaktan bıktım. Artık çoğu soruya bilmiyorum cevabı veriyorum bu yüzden, hele bir tartışma söz konusuysa kaybeden hep ben oluyorum,zira karşımdaki ile tartışacak gücüm yok. Dilimi en basit hale getirmem lazım ve bu çok yorucu. Binlerce terminolojik kelime bilmek ama hiç birini kullanamamak… bu paragrafta burada sonlansın.

Beyoğlu,ah Beyoğlu… ikidir kayboluyorum Beyoğlu'nda, hele geçen Halep pasajını bile bulamadım. Ama sebebini nihayet çözdüm,tanıdık yüzler arıyorum,tanıdık sohbetlere kulak misafiri olmak istiyorum,tanıdık eylemler görmeye çalışıyorum, kendimi arıyorum, beni zamanında buraya çeken şeyleri ve tüm bunları ararken bu kayboluşun içinde fiziki mekanları kaybetmek kaçınılmaz oluyor bence.  Eskiden yanı başımdan çocukluğum geçiverirdi ansızın,tuhaf bir melankoliye gark olurdum. Şimdi yanımdan geçiveren çocuklar çok yabancı. Son Gülgün Feyman geçti yanımdan,ne kısa boyu varmış ve ne yaşlanmış meğerse. Sanki o da kaybolmuş gibiydi oysa Ulusal Kanal az ilerideydi. Gözlerindeki şaşkınlığı görmemek imkansızdı,her yere ve sanki hiçbir yere bakıyor gibiydi. Meydana çıktım oh ne güzel beton dökmüşler bir dönümlük alana mis gibi olmuş. Dayanamadım ve en yakın seanstaki filme girdim hem tesadüf bir bilimkurguydu. Komik ama bilimkurgu filmler daha bir gerçek gelmeye başladı gözüme. Son zamanlarda hiç olmadığı kadar gökyüzüne bakıyor bu tarz filmler izliyorum. Bizden medeti kesmiş olmalıyım,uzaydan gelecek dostlar el uzatmalı artık ve kendimize gelmeliyiz. Ah! Film “ghost in the shell” di,izlemeyin vasat bir bilimkurgu. Ama geçen hafta evde izlediğim Arrival ise interstellar kadar olmasa da sağlam bir filmdi. Bu paragrafta burada bitsin.


İş yerimde can sıkıcı şeyler oluyor her zamanki gibi ve gene çalışan kaynaklı. Geçen yaz şu elim kazayı yaşamasaydım bir metal sanat atölyesi açacağımı söylemiştim. Bunu bu yaz denemeyi düşünüyorum,çok az olan birikimimin bir kısmını riske atma zamanı geldi. Bahtım açık olursa belki sonrasında işi bırakıp sadece bu işe yönelirim,hani çorbam kaynasın yeter. Sonrasında ise bu konsepti alıp Ege kıyısında bir şehre taşırım,kim bilir. işte öyle,daha çok yazacak şey var ama biraz aptal aptal tv ekranına bakıp uyuya kalmayı umuyorum. Zira gece 11’de eve geliyorum,böyle aptal sapsal anlara ihtiyacım oluyor. Her şeye rağmen biliyorum ki her gün bir hediye ve bunun için Tanrı’ya her sabah şükrediyorum. Huzur olsun,sağlık olsun geriye kalan her şey hikaye. Sevgiyle kalın,bana benzemeyin aldığınız kitapları okuyun,yoksa arkanızdan ağlarlar :) bybye…

https://www.youtube.com/watch?v=eijz1hSj9u0
önümüzdeki yazının konusu bu video ;)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...